Tarihî özellikleri yanında Hindistan’ı önemli kılan bir başka etken de Hinduizm ve Budizm gibi iki büyük dinin bu topraklarda doğarak gelişmiş olmasıdır.
Eski çağlarda Mısırlılar ve Romalılar, deniz yoluyla Güney Hindistan’a gelmişler ve daha da ilerleyerek Güney Doğu Asya’ya kadar ulaşabilmişlerdir. Günümüzde Hindistan, Endonezya adalarında bile anayurt olarak kabul edilmektedir. En ünlü Hint Destanları’ndan biri olan Ramayana Destanı Güneydoğu Asya Adalarındaki halk tarafından bugün bile söylenmektedir.
M.S. 52 yılında Apostle Saint Thomas, Güney Hindistan’daki Kerala bölgesine gelmiş ve burada ilk Hıristiyan faaliyetlerini başlatmıştı. Sonraki yüzyıllarda güney Hindistan’da Hindu krallıkları kurulmuş, kuzeyde ise yükselişe geçen Budizm giderek etkinliğini kaybetmiştir. M.S. 630 yılında Sind ve Gujarat eyaletlerinde başlayan ilk İslamî faaliyetler bu dinin de yayılmasını sağlamıştır.
İslam güçleri bölgede ilk etkilerini Gazneli Sultan Mahmut’un seferleriyle göstermiştir. Bugün Afganistan’da Kabil ile Kandahar arasında bulunan Gazne şehri 1001 yılında Hindistan’dan getirilen bir çok ganimetle zenginleşmekteydi. Ancak, Gazne şehrinin 1038 yılında Selçuk Türkleri’nin eline geçmesinden sonra Hindistan’a yapılan akınlar bir süre için durdu.1192 yılında Muhammed Ghori, ordusunu Pencab’tan geçirerek Hindistan’a girmiş ve Ajmer’i almıştı. Ertesi yıl Ghori’nin Generali Kutub-id Din, Benares’i ve Delhi’yi ele geçirmiştir. Muhammed Ghori’nin öldürülmesiyle Kutub-id Din Delhi’nin ilk Sultanı olmuştur.
1398 yılında Timur’un ordularını Semerkand üzerinden Delhi’ye doğru yürüyüşe geçirmesine kadar Delhi’de değişik bir çok Sultanlık kurulmuştur. 1500 yıllarına kadar bölgeyi elinde tutan Timur, daha sonra Babür Şah yönetimindeki ordulara yenilince Hindistan’da Moğol dönemi başlamıştır.
1398 yılında Timur’un ordularını Semerkand üzerinden Delhi’ye doğru yürüyüşe geçirmesine kadar Delhi’de değişik bir çok Sultanlık kurulmuştur. 1500 yıllarına kadar bölgeyi elinde tutan Timur, daha sonra Babür Şah yönetimindeki ordulara yenilince Hindistan’da Moğol dönemi başlamıştır.
MOĞOLLAR DÖNEMİ Moğol hükümdarlarının yönetimde oldukları dönemde Hindistan’da tam bir altın çağ dönemi yaşanmış ve bu geniş ülke tamamen kontrol altında tutulabilmiştir. Bu dönemdeki güçlü yönetim örneğine sadece Ashoka ve İngiliz dönemlerinde yaklaşılabilmiştir. Buna karşılık, Moğol hükümdarlarının tahtı ele geçirip kaybetmeleri çok kısa aralıklarla gerçekleşmiştir.
Moğollar, sadece ülkeyi silah zoruyla yöneten işgalciler olmamış; kültüre ve özellikle mimariye önem vererek Hindistan’da büyük eserler yaratmışlardır. Dünyanın en güzel mimari anıtlarından biri olan Tac Mahal Şah Cihan’ın eseridir. Sanat ve edebiyat, Moğollar döneminde gelişmişti, ayrıca kurulan adalet sistemi de Avrupanın aynı dönemindekinden çok çok ileriydi. Önemli Hükümdarlar: Babür Şah (1527 - 1530)
Hümayun Şah (1530 - 1556)
Ekber Şah (1556 - 1605)
Cihangir Şah (1605 - 1627)
Şah Cihan (1627 - 1658)
Âlemgir / Aurangzeb (1658 - 1707)
1707 yılında Âlemgir’in ölümünden sonra Moğol imparatorluğu hızla çözülmeye başlamıştır. Âlemgir’in bu çözülmenin sorumlusu olduğunu gösteren en önemli işaretlerden birisinin Aurangabad yakınlarında inşa edilen türbesinin öteki Moğol imparatorlarının görkemli kabirlerinin yanında basit, önemsiz bir mezar görünümünde olması gösterilebilir.
Hümayun Şah (1530 - 1556)
Ekber Şah (1556 - 1605)
Cihangir Şah (1605 - 1627)
Şah Cihan (1627 - 1658)
Âlemgir / Aurangzeb (1658 - 1707)
1707 yılında Âlemgir’in ölümünden sonra Moğol imparatorluğu hızla çözülmeye başlamıştır. Âlemgir’in bu çözülmenin sorumlusu olduğunu gösteren en önemli işaretlerden birisinin Aurangabad yakınlarında inşa edilen türbesinin öteki Moğol imparatorlarının görkemli kabirlerinin yanında basit, önemsiz bir mezar görünümünde olması gösterilebilir.
Moğol imparatorluk geleneği İngiliz’lerin son imparatoru ve onun oğullarını tümüyle idam etmeleriyle son bulmuştur.
İNGİLİZ DÖNEMİ Hindistan’ı işgal eden ilk Avrupalı güç Portekizlilerdir. 1498’de Vasco da Gama, Ümit Burnu’nu dolaşarak bugünkü Kerala eyaleti sahillerine ulaşmıştı. Bu yolun keşfi Portekizlilerin Hindistan ticaretini ele geçirmelerini sağladı. 1510’da Goa’yı işgal eden Portekizliler, İngilizlerin Hindistan’dan ayrılmasından 14 yıl sonrasına, 1961 yılına kadar burada sömürgelerini sürdürmüşlerdir.
Hindistan’daki ilk sömürge yönetimini İngiliz’ler 1612 yılında bir ticaret merkezi kurarak başlatmıştır. 1600 yılında Kraliçe I. Elizabeth bir Londra ticaret şirketine, İngiltere ile Hindistan arasındaki ticaret ilişkileri tekelini vermişti. İngilizler Hindistan’la olan ilişkilerini 250 yıl süreyle bu şirketin devamı olan British East India Company aracılığıyla sürdürmüşlerdir. 1640’ta Madras’ta, 1668’de Bombay’da ve 1690’da Kalküta’da ilk İngiliz ticaret merkezleri kurulurken 1672’de de ilk Fransız ticari merkezi Pondicherry’de oluşturulmuştur.
1803 yılında Pencap bölgesi dışında bütün Hindistan, İngiliz yönetimi altına girmiş durumdaydı. İngilizler bu dönemde bile, Moğol hükümdarı Ekber’ın düzenlediği yönetim kurallarını uygulamaktaydı. Buna göre Hindistan, sadece para kazanılan bir ülkeydi. Moğollar için olduğu gibi İngilizler için de Hint kültürü, gelenekleri ve dini inançları önemsiz birer ayrıntıydı. Gerçekten de bir İngilize göre bir Hintli kölenin sadece bir bardak çayı iyi hazırlayıp hazırlayamaması önemliydi, hangi dine inandığı değil.
İngilizlerin düzenli, disiplinli orduları ve yetenekli politik danışmanları vardı. ‘Böl ve yönet’ politikasını tam olarak uyguladılar; çeşitli bölgesel prenslikleri kendi uyduları halinde tutmayı ve istedikleri gibi yönlendirmeyi uzun süre başardılar.
Hindistan’ın mozayik görüntüsü İngiliz döneminde de devam etmiştir. Ülke, Maharaja - Mihrace veya Nevab denilen ve sadece bölgesel gücü olan küçük prensliklerle yönetilmiştir. İngilizler ise daha çok demir, kömür gibi madenleri işletme, çay üretimi ve pamukçuluk gibi para getiren konularla uğraşıyor, Hint Demiryolu ağını ve düzenli sulama kanalları sistemini kurmaya çalışıyorlardı. Devlet işleri ve yasalar konusunda İngiltere, Hindistan’a esnek bir yapısı olan, gelişmiş bir hükümet sistemi ve sivil bir yönetim biçimi bırakmıştır. Hindistan’daki bürokrasiye aşırı derecede bağlılık geleneği de İngilizlerden kalan bir mirastır. Bu bürokrasi ilk uygulandığı dönemlerde her şeyin yeni organize edilmesi nedeniyle kaynakların etkin ve yeterli düzeyde kullanılabilmesi gibi olumlu sonuçlar vermişti. Bu düzeyde etkin uygulanan bürokrasi, Hindistan’ın bağımsızlığını hazırlayan temel bir özelliktir ve buna başka hiçbir kolonide rastlanmaz.
1857’de bugün hala isyan mı; yoksa bağımsızlık savaşının başlangıcı mı olduğu tartışılan ilk tepkiler ortaya çıkmaya başladı. İngilizler bu isyanları bastırmakta yavaş davrandılar. Bengal ordusundaki Hintli askerlerin büyük bir kısmı silahlarını bıraktı, bir kısmı da milliyetçiler tarafına geçti. Bu isyan, ilk olarak Delhi yakınlarındaki Meerut şehrinde bastırıldı bu sırada kitle katliamları ve linçler yaşandı, binlerce insan öldü. İngilizler kayıplarının öcünü British East India Company’nin yetkilerini artırarak aldı. Daha sonra bu şirket iyice kuvvetlendi ve asayişi sağlamak bahanesiyle ilk İngiliz Hükümeti’ni kurdu. Bu hükümet bir imparatorluk hükümeti olmakla beraber demokrasinin bazı geleneklerini de getirmekteydi. Örneğin, devletin her kademesinde kendini yetiştirmiş Hintliler yer alabiliyordu.
Bu arada dünyanın en eski dinlerinden biri olan Hinduizm, kitlelerle olan bağlantısını kaybederek, zayıflamaya başlamıştı. Bu dinin reformcu önderleri olan Ramakrishna, Svami Vivekananda ve Ram Mohan Roy, Hindu toplumunu temelden etkileyen görüş ve düşünceleriyle günümüzün modern Hindu Dininin oluşma sürecini başlattılar.
Ülkenin kendi kendini yönetmesi için İngilizler tarafından kurulan Kongre partisi, anti-emperyalist hareketlerin yaygınlaşmasında büyük rol oynadı, giderek devrimci bir yapıya dönüştü. Bu dönemde, emperyalist güçlere karşı kendi kurtuluş savaşını başarıyla tamamlayan Türkiye’nin ve Atatürk’ün anti-emperyalist ideallerinin Mahatma Gandi’yi ve Hint direniş hareketini etkilediği kesindir.
GANDHI VE PASİF DİRENİŞ1915’te Güney Afrika’dan dönen Gandi, dünyada gitgide yayılan bağımsızlık hareketlerine baştan beri ilgi duymuş; 1919’da İngilizlerin Amritsar’da toplanan silahsız halka ateş açarak katliam yapmaları üzerine direniş hareketini başlatmıştır. İsmi ‘yüce ruh’ anlamına gelen Mahatma Gandi, İngiliz yönetimine karşı pasif direniş uygulamıştır. Gandi’nin en önemli başarılarından birisi, bağımsızlık savaşını sadece orta sınıfın desteklediği bir hareket olmaktan çıkartarak, köylülere de mal etmesidir. Başarısını, sadece İngilizlerin adaletsiz tuz vergisinin ve İngiliz tekstil ürünlerinin boykot edilmesi ile sağlamıştır. Gandi’nin “şiddet kullanmadan birlik oluşturma” temelinde yürüttüğü hareketi olmasaydı bağımsızlık mücadelesi, ancak çok kan kaybedilerek gerçekleşebilirdi.
MAHATMA (YÜCE RUH) GANDHIII. Dünya savaşının bitişi ile sömürgecilik idealleri ve Avrupa ülkelerinin başka ülkeler üzerinde hak iddiaları sona ermişti. Ayrıca İngiltere’nin bu kadar geniş bir imparatorluğu elde tutacak gücü de kalmamıştı. Hindistan’da bulunan Müslüman azınlıklar, kurulacak yeni devletin aynı zamanda bir Hindu devleti olacağını anlayınca ayrılmak istediler. Böylece bölünme problemleri gündeme geldi.
BAĞIMSIZLIKII. Dünya savaşının bitmesiyle Hindistan’ın bağımsızlığına kavuşması kesinleşti. Fakat nasıl? Kongre Partisi, müslüman birliğini tanımayı reddetmiş ve onların bağımsız Pakistan devleti kurma önerisini de kabul etmemişti. Müslüman birliğinin lideri Muhammed Ali Cinnah, ülkedeki umutsuz Müslüman azınlığı temsil ederken, Kongre partisinin başında bulunan Mahatma Gandi ise Hindu çoğunluğun görüşlerini yansıtıyordu. Ancak Gandi’nin politik liderlik gücü de giderek azalmaktaydı.
Cinnah; “Hindistan ya ikiye bölünür ya da tamamen yok olur” diyerek uzlaşmaz bir tutum içine girmişti. Böylesine kesin bir görüşün ortaya atılmasıyla Kongre Partisi ve İngiliz’lerin yapacak birşeyleri kalmadı. 1946 yılının başlarında her iki gruptan yüzlerce insan öldürülüyor, karşılıklı katliamlara girişiliyor ve ülke hızla iç savaşa doğru sürükleniyordu. İslam Birliği’nin 1946 Ağustosunu ‘Doğrudan eylem günü’ ilan edişiyle Kalküta’da Hindulara yönelik kitle katliamı yapıldı. Hemen arkasından Hindular da Müslümanlara karşı öç alma hareketlerine giriştiler. 1947’de olayların önünü alamayacaklarını anlayan İngilizler ülkeden ayrılmaya karar verdi. Haziran 1948’de Hindistan bağımsızlığına kavuştu.
BÖLÜNMEPencap ve Bengal bölgelerindeki kanlı çatışmalara rağmen Gandi, bir iç savaş tehlikesini de göze alarak bölünmeye karşı çıkıyordu. Dünyanın başka yerlerinde olduğu gibi bir ülkeyi iki parçaya bölmek çok zor bir işti. Bazı bölgelerde Hindu veya Müslüman çoğunluğunun varlığından söz edilebilirdi. Ancak hemen yakındaki bir başka yerde nüfusu eşit bölünen ya da geniş bir alandaki ezici bir çoğunluğun ortasında bir ada gibi kalan yerlerin nasıl bölüşüleceği belli değildi. Bütün Müslümanların, Hindulardan tamamiyle ayrılmasının imkânsızlığını gösteren acı bir gerçek; Hindistan’ın kendi içinden Pakistan gibi müslüman bir ülke çıkardıktan sonra bile hala dünyanın en geniş üçüncü müslüman nüfusu barındırıyor olmasıdır. Sadece Endonezya ve Pakistan, Hindistan’dan daha büyük bir müslüman nüfusa sahiptir. Hindistan, bu konuda bütün Arap ülkelerini ve hatta Türkiye ile İran’ı bile geride bırakmıştır.
Daha ilginci, bölünmeyle birlikte ortaya çıkan Pakistan devletinin doğuda ve batıda iki ayrı bölgeye yerleşmiş, arasında binlerce kilometre uzaklığı olan garip bir yapıda olmasıydı. Bu gariplik, 25 yıl sonra Doğu Pakistan’ın Bengaldeş’e dönüşmesiyle ortadan kaldırılabilmiştir.
Öteki problemler ise ancak bölünme ortaya çıktıktan sonra yaşanmaya başlanmıştır. Örneğin, Pakistan devleti ilk kurulduğunda, hükümet işlerini yürütecek yeterli sayıda eleman bulamamıştır. Hindistan ile beraberken bu tür büro işleri Müslümanların tercih etmedikleri meslekler arasında görülmüş ve genellikle Hindular tarafından yürütülmüştü. Borç para alıp verme gibi bazı ekonomik işler de tamamen Hinduların işiydi. En alt kasta ait olan insanların en kötü işleri yapmaları kendi üst kastlarına olduğu kadar Müslümanların da işine gelmişti. Bu tür işleri yürütecek insan gücünü bulmak, yeni kurulan Pakistan devletinin en önemli sorunlarından biri oldu.
Son İngiliz Genel valisi olan Lord Mountbatten, 14 Ağustos 1947’den itibaren Hindistan’ın bağımsız olduğunu; ancak ikiye bölündüğünü ilan etti. Bu duyurudan sonra iki toplumun liderleri arasında bölünme hattının geçeceği yer hakkında sonu gelmeyen tartışmalara başlandı. Bu konuda anlaşmaya varılması en zor olan yerler Bengal ve Pencap bölgeleri oldu.
Pencap’ta toplumlar arası mücadele çok kanlı boyutlara ulaşmıştır. Burası, ülkenin en verimli topraklarının bulunduğu bir bölgedir. Pencap’ta Müslümanlar % 55, Hindular % 30 oranındadırlar. Aynı zamanda Sikh dininin merkezinin burada olması ve Sikh nüfusun da çok kalabalık olması bu bölge üzerindeki anlaşmaları çok zorlaştırmıştır. Sonuçta, tüm Hindistan’da Müslümanlar kuzeye (Pakistan’a) doğru; Pakistan sınırları içinde kalan Hindu ve Sikhler de Hindistan’a doğru göç etmeye başlamışlardır. Pencap’ta sınır, bölgenin en önemli iki merkezinin arasından geçirilmiş ve Amritsar, Hindistan’da kalırken Lahore, Pakistan’ın olmuştur.
Keşmir’de Müslümanların ezici çoğunluğu vardır, coğrafi koşullar da Pakistan ile bağlantı kurulmasına çok elverişlidir. Bu nedenlerle Pakistan’ın Keşmir üzerinde hak iddia etmesi akla yakın gibi gelebilir. Öte yandan Hindistan’ın bölgenin geleceğini belirleme konusunda bir halkoylamasına gitme cesaretini gösterememesine rağmen Keşmir, artık Hindistan’ın bir parçası haline gelmiştir. Hindistan, haritalarında Keşmiri kendi sınırları içinde gösterirken Pakistan haritalarında burası tartışmalı bölge olarak belirtilmektedir.
Din kavgalarının en son trajedisi, bölünmeyi ve sonrasında gelen katliamları içine sindiremeyen bir Hindu fanatiğin 30 Ocak 1948’de Mahatma Gandi’yi öldürmesi olmuştur.
BAĞIMSIZ HİNDİSTANHindistan, bağımsızlığa kavuştuktan sonra öteki üçüncü dünya ülkeleri gibi diktatörlüklere, askeri yönetimlere veya yabancı işgallerine sürüklenmemiş ve kendi gücüyle, kendi kurumlarını geliştirerek önemli bir demokrasi örneği vermiştir. Ekonomisi önceleri tarıma dayalı olan Hindistan, günümüzde sanayi hamleleri yaparak dünyanın sanayileşmiş ilk 10 ülkesi arasına girebilmiştir.
INDIRA GANDHI DÖNEMİHindistan’ın politik yaşamındaki en büyük problemi yönetimdeki liderlerin hep belirli kişiliklere takılı kalmasıdır. Hindistan’da başbakanlık görevini üstlenen ilk iki kişi Javaharlal Nehru ve onun kızı olan İndira Gandi olmuştur. 1966 seçimlerinden başarıyla çıkan İndira Gandi, 1975 yılında ciddi sorunlarla karşılaşmış ve olağanüstü durum ilan etmiştir. Bu durum, Hindistan’ı başka ülkelerde olduğu gibi diktatörlüğe sürüklememekle birlikte, birçok ‘iyi’ ve ‘kötü’ politikaların izlenmesine sebep olmuştur.
Bu olağanüstü dönemde enflasyonun yüzde 10 civarında tutulması gibi başarılı sayılabilecek sonuçlar alınmış, ancak bazı demokratik gelenekler de sarsıntıya uğramıştır. Gandi’nin politik rakiplerinden birçoğu kendilerini hapiste bulmuş, Hindistan’ın adalet sistemi ise yozlaşmıştır. İndira Gandi’nin oğlu Sanjay’ın “halk otomobili” girişiminin başarısızlığa uğraması Gandi ailesine çok puan kaybettirmiştir. Gene Sanjay Gandi’nin projesi olan doğum kontrolü uygulamasının halkın kısırlaştırılması şeklinde anlaşılması sonucunda büyük tepkiler oluşmuştur. 1977 yılında İndira Gandi erken seçime gitmek zorunda kalmış, seçimleri Kongre Partisi’nin karşısındaki en büyük güç olan Janata Dal Partisi kazanmıştır.
Janata Dal Partisi ve lideri Morarji Desai’nin sadece Kongre Partisi’ni yenilgiye uğratacak kadar gücü olduğu, ülke yönetiminde başarısız kalmasıyla anlaşılmıştır. Bu dönemde enflasyon hızla yükselmiş, sonuçta 1980 seçimlerinde İndira Gandi öncekinden daha büyük bir güçle iktidara gelmiştir.
Bu dönemin de Bayan Gandi’ye çok şans getirdiği söylenemez. Oğlu Sanjay’ın bir kazada ölmesi, toplumsal huzursuzluklar ve çatışmalar, dokunulmazlar kastına karşı girişilen şiddet hareketleri, Pencap ve Keşmir bölgelerindeki politik ve etnik sorunlar ve bütün bunların üzerine polis ve güvenlik güçlerinin giriştikleri katliamlar ve rüşvetin bütün devlet kademelerine yayılması İndira Gandi’nin ikinci iktidar döneminde karşılaştığı problemlerin sadece bir kısmı olmuştur.
Hindistan’ın, yaşadığı tüm problemleri bir yana bırakırsak çok önemli iki temel sorunu vardır. Nüfus fazlalığı ve yoksulluk. Dünyada demokratik bir rejim altında yaşama şansına sahip olan insanların yüzde 50’sini Hindistan halkının oluşturduğunu biliyor muydunuz? Hindistan, büyük nüfus problemleriyle karşı karşıya kalmasına rağmen dünyada kendi nüfusunu besin maddeleri ithal etmeden doyurabilen üç ülkeden biridir.
İndira Gandhi, 1984 yılında Sikh dininin merkezi Amritsar’daki Altın Tapınak’a sığınan ayrılıkçı militanlara karşı ordu birliklerini kullanmasıyla kendi sonunu da hazırlamış oldu. Kendi korumaları’nın suikastiyle öldürüldü. Daha sonra yerine geçen oğlu Rajiv Gandi döneminde, demokratikleşme yönünde ileri adımlar atılmış, büyük yatırımlar, enflasyonun yükselmesi pahasına gerçekleştirilmiştir. Rajiv Gandi de 1991 yılında bir seçim gezisi sırasında bombalı bir suikaste kurban gitmiştir. Kongre Partisi, daha sonra, ilk kez Gandhi ailesi dışından bir kişiyi (Narasimha Rao) başkan seçmiştir.
Rao, Rajiv Gandi’nin gerçekçi politikalarını sürdürmüş, özellikle Maliye Bakanı Manmohan Singh (2004 yılında başbakan seçilmiştir) başarılı çalışmalarıyla ekonomiyi düze çıkartmıştır. 1992 yılının sonunda Ayodhya’da patlak veren Hindu - Müslüman çatışmaları, Pakistan’ın desteklediği iddia edilen ayrılıkçı Sih militanlarının terör hareketleri ve süregelen Keşmir sorunları Rao’nun iktidarını sarsıntıya uğratmıştır. 1996 yılında yapılan genel seçimlerde Hindu-milliyetçi bir yapısı olan Bharatiya Janata Partisi (BJP) başarılı olmuştur. Ancak iktidar için gerekli çoğunluğu bölük pörçük koalisyonlarla sağlayabilmiş olan Atal Behari Vajpayee 1999’daki genel seçimlere kadar koltuğunda rahat oturamamıştır.
1998 yılında Rajastan çöllerinde beş başarılı nükleer deneme yaptığında bütün dünyanın tepkisini alan Vajpayee hükümeti Pakistan ile barış yapılması umudunu besleyenleri hayal kırıklılığına uğratmıştır.
İkibin’li yıllara milliyetçi söylemlerle giren iktidar, sürekli olarak yandaşlarını kayıran tavırlar içinde olmuş, bu dönemde birçok müslüman, Kongre Partisine geçmiştir.
Hindistandaki 2005 yılının ilk yarısındaki devlet yönetimi şöyledir. Mesliste çoğunluk Hindu dininden olduğu halde Cumhurbaşkanı Abdul Kalam bir müslüman ve Başbakan Manmohan Singh bir Sikh dini mensubudur. Hindistan, laik cumhuriyet yapisi ile dünyada bir benzerinin olmadığını ve dinler arasında uyumlu bir beraberlik olduğunu böylece kanıtlamaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder